aynanın arkasında




Sokak lambaları yanmakta bir dakika daha gecikseydi yıldızlara aşık olabilirdi tüm evler. Hangi mevsim olduğunu hatırlamıyorum ama asfaltlarda buz vardı. Burada kar sadece kışları yağmaz, aslında burada hiçbir şeyin kendine ait bir özelliği yoktur. Tanımadan yaşamak var sadece bu toprakta. Maskeli balolara aşık bir şekilde yaşamak var.
Buzda kayan lağım farelerinin peynirlerine kalp çizen bir çocuk var. Çocuk dediysem maske işte. Elleri büyük, yüzük parmağında bir hançer dövmesi, dövme parmaktan büyük, bir hançer dövmesi de kalbinde var dediler, inanmadım. Ihlamur kokan bir yıldız kaydı çocuğun arkasında, burada kayan yıldızlarla dilek tutulmaz. Bu garip şehirde yüzükoyun yatıyorum çimenlerin üzerinde, gece karanlık bildiğimiz gece işte-burada bildiklerimizi doğrulayan nadir şeylerden biri-. Yağmur çimenlerin arasında kalan yüzümü yakıyor. Soğukluğundan kanım buharlaşmakta. Ölüm Soktares’i öldüren baldıran tadında şimdi. Son sözümse sorulmadı henüz. Sorulacak olsa adını bilmediğim bir dilenciye söylerdim onu, nasıl olsa ilk karnı acıktığında unutacaktır.
Toprağın altındaki ölülerin seslerini duyuyorum yağmur gözlerimi yakmadan önce. Bu hükmeden ses Hades’in olsa gerek diye düşünüyorum. Üzülüyorum onun için aslında gerçek ölülerin yeryüzünde yaşadığını söylemediler henüz ona. Tanısaydım sevmeyeceğim birine bu denli üzülmek ne saçma.
Kalbimi kemiren kurtlar migrenimi azdırıyorlar, beni anlayacak tek insan Nietzsche, o da henüz tanrıyı öldürmedi. ‘’Sahi ya Nietzsche tanrıdan önce öldüyse ve tanrı hala varsa?’’. Bu soruyu Nietzsche ‘yi bir film yıldızı sanan sarhoş bir fahişe sormuştu. Suçlayamazdım yüzlerini bile hatırlamadığı üç farklı adamdan çocukları vardı.
Dört bir yanı düş kapanlarıyla dolu bu şehirde örümcekleri öldürmek işten bile değil. Tüm maskeleri doğuran bu düş kapanlarını yapan karadulları.
Birazdan sokak lambaları sönecek. Mevsim kış olacak, Hades yeraltında ölüleriyle ve ayılacak sarhoş fahişe, Nietzsche her zamanki gibi filozof ve uykusuz. Her gece sokak lambalarıyla başlayan maskeli balodan uyanacak tüm şehir.

travmatik ışıklar




İçimizdeki mabedin son mumlarının söndüğü andı. İçimizdeki dinin kabul gördüğü tek yer içimizdi. Bir de ateş böcekleri gelirdi arada. Düşsek dizlerimiz kanamazdı o zamanlar. Hem daha ne kadar acıyabilirdi ki canımız.

Ellerimizle onadığımız yaralarımızdan mahrem kelebekler uçmuştu. Kar taneleri üzerinde yollara çıktı kelebeklerimiz. İsa’nın çarmıha gerildiği diyarlara uçup İsa’nın avuç içlerine kondular. Oysa İsa o diyardan gideli çok olmuştu.

Sadece çocuk olamayacak kadar büyüktük. Ev kirasını ödemeyi düşünmek zorunda olacak kadar büyük, kalem kağıdımızı alacak olsalar ağlardık oysa. Ölsek kocaman tabutlar içinde gömülürdük, şekerden tabutlar içinde, dişlerimizin çürüyeceğinden korkmadan.

İçimizdeki mabedin son mumlarının söndüğü andı. Sigaramızın feri gözümüzünkinden fazlaydı. Mutlu olmaya birkaç kadeh kalmıştı . sarhoş bir kadının akmış rimelleri kadar aşikardı önümüzdeki yol. Bunca yaşamamış olsaydık, kurtları ulurken görseydik ya da sarılıp uyuyabilseydik onlarla ve sönmeseydi  içimizde son mumları mabedimizin mutluluktan ölebilirdik alacakaranlıkta. 

sanki





Ayaklarımın altındaki toprağın bittiğini anlasaydım düşmezdim
Ölmezdim belki de
Ah komik şeyler ! hem de çok
Ölüler ölmeyi becerebilirmiş gibi neler saçmalıyorum ben?

Toprak bitmişti ve düşmüştüm
Sadece ayaklarım anlamını yitirmişti
Ama havadaydım işte
Elim kolum gövdem koskoca bir anlam olarak oradaydı
Sanki ölülerin bir anlamı olabilirmiş gibi

Tamam bedenimi de geçtim
Düşüncelerim oradaydı en azından
Nereye gittiğimi düşünüyordum, beni orada neyin beklediğini
Sanki ölüler düşünebilirmiş gibi

Düştüğüm vakit kanatlarımı arıyordum
Düşerken gördüğüm kuşlara uçmayı soruyordum
Uçmayı öğreniyordum yerçekimini öğrendiğim vakit
Kanat çırpmayı öğreniyordum
Sanki ölüler öğrenebilirmiş gibi

Vazgeçtim
Ölüyüm ben –kabul-
Sizin dünyanızda ölülere yer yok, mezarıma geri dönüyorum
Ölü olmanın gereğini yapıyorum işte
Toprak altındaki aileme geri dönüyorum
Ben yaptım üzerime düşeni
Hadi siz de gelin mezarımın başına geceleri sohbet edelim
İşte yine saçmalıyorum
Sanki siz ölülerle sohbet edermişsiniz gibi…



lağım balıkları ve don kişot

Bir don kişot’um. Atıyla eğlenceli serüvenlere çıkanından değil. Bir yabancı şehirden aidiyetsiz bir başka şehre. Atının üzerinde bir yabancı olmak gibi her nefes aldığı toprağa. Ruhunun zarını yırtan bir yalancı çığlıkla, attığı çığlığa bile yabancı olmak misali. Gitmek ama varamamak arasındaki o bitip tükenmeyen yolda kendini aramak ama hiçliği bulmak, hiçi ben beni tekrar hiç yapmak gibi. Çölün damarlarına gözyaşı zerk edip çiçek açtıramamak, açtıramadığı çiçekte onun olmayanı yitirmek gibi.

Gidişler var ağrının sırtına bir buğday tanesi kadar acı katan don kişot’un aklında. Gidip varamamak, varamadığı için dönememek var. Çölde denizler yaratmak, denizleri taşırıp dünyadan kainatın arsız açlığına kusmak var hiçliğini kocaman bir boşaltım sistemi gibi. Tam boşaldım dediği an her zamankinden çok dolduğunu hissedip sövmek var bir de samanyoluna. Yalandan cinayetler işleyip her kurbanın cesedi olmak isteği var yaşamayı en çok istediği anda. Lağımlara kusup öldürmek var insanların ceplerinden lağımlara düşmüş balıkları. Hafızası hamam böceğinin kalbinden küçük olan balıklara katiliniz benim demek var.

Gideni geleni belli olmayan yollarını yakmak geçerken beyninin en ön lobundan, yolların olmadığını, hiçbir zaman olmadıklarını anlayıp ölü balıklara kurban ederken kendi hiçliğini, atının toynaklarıyla gökyüzünün namussuz maviliğinde ölmek ister don kişot.  Ve yaşarken hiçbir şeyi yoktu, mezarı da olmasın.