kırmızı



Kırmızı tırnakları ayakkabılarından daha kırmızı olamazdı. Hani dergi kapaklarından fırlayan kadınların giydikleri o yüksek topuklu ayakkabılardan. Kadın dergilerden fırlamamıştı oysa, olsa olsa kıpkırmızı bir karanlıktan çıkıp gelmişti. Evin kapısını anahtarıyla açacaktı, tabi o küçücük çantasında hayal kırıklıkları arasından anahtarlarını bulabilseydi. Kırmızı tırnaklarını soktu deliğe tırmaladı kapıyı, bir çıt sesiyle açılıverdi kapı. Çarpık bir gülümsemeyle gerildi dudakları. Dudaklar mı? Onlar da kırmızıydı. Kadınların açamayacağı kapı yok dedi ve bir kez daha gerdi dudaklarını. Önce sağ ayağının topuğu değdi ahşap parkeye sonra sol. Belki batıl inançları vardı o yüzden sağ ayağıyla girdi içeri. Hoş onun için inanç kırmızı kar gibiydi.
Ayak seslerini çınlatırken evin içinde sigara paketini aradı bu kez, anahtarlarını bulamadığı çantada paketi eliyle koymuş gibi buldu. Sonra bir zipponun çakılış sesi duyuldu ve ardından biraz gaz kokusu kaldı. İşte ilk tütüşü sigaranın, çıkan kırmızı dumanlar… ruj dumanı boyarmış şaşırdı kadın.
Evin bomboş olduğunu fark etti. Soyulmuş bir evdi sanki. Biri gelip anılarıyla birlikte eşyaları da götürmüştü. Soyundu kadın. Ev kadar çıplak olmak için indirdi elbisesini, kırmızı ayakkabıları ayağında kaldı. Çıkardığı sesleri duymak hoşuna gidiyordu çünkü. Salonun ortasına geldi ve durdu, ortasına geldiği tek şey salon değildi sigarayı da yarılamıştı işte.
Koridora doğru yürüdü sonra. Tırnaklarını duvara sürterek ilerliyordu. Sürtündüğü yerlerde kırmızı izler bırakıyordu tırnaklar. Demek ki dönüş yolunda kaybolmayacaktı. Hansel ve Gratel geldi aklına, dudakları gerildi bir kez daha. Çocukluğunda duymuştu bu masalı, annesi kırmızı renkli gece lambasını yakar ve masal anlatırdı ona. Nerden aklına gelmişti şimdi bu?
Zamanında yatak odası olan yere geldi en nihayetinde. Sigara bitmek üzereydi, filtre ısınmaya başlamıştı. Kül tablası arıyordu. Sonra yaptığı saçmalığı fark edip bir kez daha gerdi dudaklarını. Kırmızı ojeli parmaklarının arasında tuttuğu sigarayı yerçekimine bırakıverdi. Cıss. Sigaranın sönüş sesiydi hayret. Sonra bir adım attı. Çıplak bacaklarına kırmızı bir sıvı sıçradı. Bir hayret daha, biraz daha güçlü bu sefer. Biraz daha ilerledi karanlığın içinde, bir kırmızı karaltı çarptı gözüne. Yaklaştı çıplak bacaklı kadın.
Ay ışığı olmasaydı aslında her şey bir karaltı olarak kalmaya devam edecekti. Sıvının kaynağına ulaştı, kaynağın adını gördü, kan kırmızının kan kısmına şahitlik etti. Dudakları gerildi kadının, onun sözlüğünde buna gülmek denirdi. O kırmızı bedene bakakaldı. Kırmızı, bir erkek cesedine ne kadar da yakışıyor diye düşündü. Bir süre daha baktı. Geçen sürenin miktarı ve önemi yoktu. Yaklaştı, cesedin üzerine eğildi. Biri görse akbabalara benzetirdi çıplak kadını. Eğildi, elini adamın cebine soktu, kırmızı bir zaman dilimi boyunca öylece bekledi, kurumuş kanın soğukluğuyla ürperdi, anahtarlarını buldu ve ayağa kalktı. Boşuna çantamda arayıp durmuşum dedi.
Cebinde anahtarlarını bulduğu bilmem kaçıncı kırmızı bedendi bu. Umursamadı. Dönüp koridora çıktı ve duvardaki kırmızı izleri takip etti. Gülümsedi, ilk kez gerçekten gülümsedi. Hansel ve Gratel’in ne kadar şanssız olduğunu düşünüp gülümsedi. Salona dönüp kırmızı elbisesini  yerden alıp yerçekimine inat bacaklarından yukarıya doğru çekti.
Tırmalayarak açtığı kapıyı bu kez anahtarlarıyla kilitledi ve gitti. Nasıl olsa yarın sabah bunların hiç birini hatırlamayacaktı.
O zamanlar şizofreninin rengi kırmızıydı. Kan kırmızı…  

delimtrak renkler



Ayağa kalktığım her dakika başım dönüyordu, bir güç harekete geçmemi istemiyordu ve her sabah yoğun mide bulantıları içinde uyanıyordum. Kızsal geyikler içinde olsaydık şu an ilk söylenecek şey hamile olduğumdu. Ben bile bu bedene sığamayacak kadar sıkışmışken içimde bir başka canlıya daha yer yoktu. Tüm bunları düşünmeme sadece baş dönmeleri ve mide bulantıları mı sebep olmuştu, neden sabah uyandığımda bir anda beynimin plağında ‘like a virgin’ şarkısı çalmaya başlamıştı oysa Madonna’yı sevmezdim bile.
Sanırım gördüğüm rüyalardı bunların sebebi en azından ben öyle olduğunu düşünüyorum. Evet ayağa kalktığımda başım dönüyordu çünkü o rüyalardan uyanmak istemiyordum ve bedenimde buna itaat etmem için beni zorluyordu evet midem bulanıyordu çünkü rüyanın sonu hep istemediğim şekilde cereyan ediyordu.
Saçma ama bir o kadar da kapılınası rüyalar görmeye başlayalı ne kadar olmuştu acaba. Sanırım gece yarılarına kadar televizyon izlemeyi bırakmalıyım, bir de zayıflamak için içtiğim şu sirke, onu da bırakmalıyım.
Köpeğimi yürüyüşe çıkarmalıyım, bir de şu cam kenarındaki çiçekler sanki onlara da su vermeliyim, bir canlıya bakmak için yetersiz biriyim ben. Köpeğim benim gibi depresif, havlamayı unuttu sanki, saksının içindeki fotosentez fanatiği canlı ise çiçek açmayı yük sayıyor artık sahi bu çiçeğin adına ne diyorlardı? Üst katımda oturan yaşlı kadın geçen gün kek getirdiğinde asırlar sürmüş gibi gelen bir sohbet sırasında söylemişti aslında. Şimdi hatırladım ne komik ben bu çiçeği adını beğendiğim için almıştım oysa.
Şu karşımdaki beyaz duvarı kırmızıya boyamalıyım, kırmızıyı sevmem bu duvarı da sevmiyorum o yüzden bu duvara en yakışan renk kırmızı olacak. Hatta bu duvara geçen gece izlediğim filmdeki kızın adını vereceğim, hani şu saçları kırmızı olan, onu da hiç sevmemiştim. Evet evet yarın ilk iş yapacağım bunları. Mide bulantım had safhadayken duvarı kırmızıya boyayıp ona Juli adını koyacağım kim bilir belki sonra da tuvalete gidip kusarım çünkü kırmızı midemi daha çok bulandırıyor.
Eğer o an Juli’nin aklından geçenleri duyma şansınız olsaydı tüm bunlarla karşılaşırdınız. Bu beyaz odanın içinde ne zaman hemşirenin getirdiği mavi hapları içse kırmızının midesini daha da bulandırdığını söylerdi…


bu yazının dinlencesi ghinzu-blow   http://fizy.com/#s/1h041t

ölecektik çünkü



Bir sürü sıfat tamlaması kurmak mümkündü bir çoğu zincirleme olan; ama susuldu. Şarkıya saygısızlık etmemek için kısmıştık sesimizi belki de. Aklımızda gitmek mi vardı da bu kadar etkilemişti bizi. ‘aşk bu gece şehri terk etti’ diyordu şarkı biz sesimize zincir vurmuşken, sonra ilk sıfat tamlaması çıkıverdi ağzımdan ‘’şu çakmağı verir misin?’’ sadece kelimelerle işaret etmiştim zira elimizle  göstermek altı yaşından bu yana yasaktı hem zaten işaret etmeme gerek kalmayacak kadar çok tanırdın beni. Ağzımızda biraz kahve tadı vardı, nereden kalmıştı bilinmez belki de bilinmek istenmez.
Hem kahveden daha acı bir tadımız vardı, bu şarkıyı üç kez üst üste dinlesek ölürdük belki de. Ya da çoktan ölmüştük de haberimiz yoktu. Oysa ki hala arabanın içindeydik, karşıdan gelen arabaların farlarını izliyordum, ölmemiştik demek ki, küçücük arabanın içini sigara dumanı doldurmuştu, iki sigara yakmış ağzına tutuşturuvermiştim birini. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama bir ülkenin sınırlarını terk etmeye çok az kalmıştı.
Muhakkak aşılacaktı bugün sınırlar bunun ikimizde farkındaydık, ilk adımı ben atmak istedim, ağzında tuttuğun sigarayı tutup çektim dudaklarından ve kül tablasının içine bastırdım tüm gücümle, sonra sana çığlık bana fısıltı gibi gelen bir sesle ’’dur ‘’ dedim. Hoş durmayacak olsaydın da inecektim o arabadan. Bir ülkenin sınırlarını aşmamıza sadece bir nakaratlık yolumuz kalmıştı, şarkıya ihanet etmek olmazdı ; aşk bu gece şehri terk edecekti. Hem istesem de kalamazdım, bu şarkıyı üç kez daha dinlesek ölecektik çünkü.

bu yazının dinlencesi cem adrian- aşk bu gece şehri terk etti  http://fizy.com/#s/124ily

kaçış


Camdaki parmak iziyle başlamıştı gece. Cam ölesiye buğuluydu tek bir nokta, tek bir parmak iziyle başlamıştı kaçış. Senin parmak izinle. Oysa kaçışlar kimsenin izini taşımamalıymış, bunu anlıyor insan buğulu camlarda.
Gece tek bir izle başladı. Yatağın diğer ucunda yatıyordun sen. Senin izinden kaçmak için çıkmıştım yataktan ve yine kaçmak için kaldırmıştım camla aramdaki perdeyi. Kalkan perdeler aramıza insin istedim. Sırf bu yüzden yataktan kalktığımda üzerini örttüm. Üşümeyesin diye değil aramızdaki uzaklığı pekiştirmek için örttüm. Sırf bu yüzden aynı bardaktan çay içerken diğer yanını çevirdim bardağın, dudaklarımız bardakta bile olsa üst üste gelmesin diye. Koltuğun senin oturduğun yerine oturmadım bir kez bile. İşte bu yüzden defalarca giyinik seviştim seninle.
Adımın tınısı defalarca değdi diye dudaklarına kimseye adımı söylemedim ben. Aynı harfleri bile reddettim sen söyledin diye. Sen bana baktın diye ben hiç aynalara bakmadım. Senin gördüğünü görmek acıtırdı gözlerimi. Belki bu yüzden defalarca intihar ettim ben.
Seninle başlamıştı ben ve senden kaçmak istedim. Senin geçtiğin yollardan gelmedim bu eve hiçbir zaman. Bastığın çizgilere basmadım hiç. Biliyor musun? Senin giysilerini bir kez bile benimkilerle aynı  makinada yıkamadım.
Şimdi kaçmak istiyorum senden. Sen kanlar içinde o yatağın içindeyken ben cama gidiyorum. Cam buğulu, cam izli, iz senin. İntihar etmeliyim ama seni öldürdüm ya kendimi öldüremem artık. Ben seninle aynı yere gitmek istemedim hiçbir zaman. Ölümümüz aynı yelkovan üzerine gelsin istemem. Yapamam, yapamam, yap……tım.

susmalarda boğulma

Sen uzun yoldan gelmişsindir de hani ben ölümüne yorgunumdur. Kapıyı bile açamam sana. Hani biz birbirimizle konuşurken, uçurum gibi sessizliklerde boğulmuşuzdur. Sonra sessizliği dağıtmak için birer sigara yakmış, kendi dumanımızda boğulmuşuzdur.
Geceleri oturmuş bir çekyatın iki ayrı ucuna sen televizyon seyrederken ben uzaktan kumandayı seyretmişimdir. Çekyatın da hayatımız gibi şekli bozulmuştur. Senin oturduğun yer çökük, benim oturduğum yer biraz daha çökük. Ben yalnızlıkla birlikte daha ağır basıyordum. O çekyatın orta yerinde birleşip dokunmalarımız olmadı, oysa ne çok gelirdi sevişmeler.
Ben gidip perdelerini çekerdim odanın, kainatın tüm lanet canavarlarını toplardım başıma,duvara vuran gölgelerde sana savaşlar açardım, savaş tanrısını bile çağırdım o savaşlara. Tüm lanetli canavarlar ve tanrılar buradaydı, sen içerde seni bekleyen savaşı bilmeden, savaş filmi izliyordun hala. Zeus’un verdiği şimşeği hala gardrobun ikinci çekmecesinde saklıyorum. Bir gün cenk meydanına çıkacak bu aşk o gün için bir çeyiz gibi saklıyorum o şimşeği.
Akşamları masanın ucunda birleştiğimiz yemekler geliyor aklıma. Birleşmek? Sen iskemleyi çekip oturur, ben yemekleri getirir, tam karşına bir sanık gibi otururdum. Neden yargılandığımı bilmezdim ama cezam hep müebbetti, müebbet bir sessizlik. Ne ironik gelirdi bana müebbet ile muhabbetin tınısındaki benzerlik. Sonra susuz rakılar konulurdu bardaklara, su bardakları hep boş kalırdı. Biz rakımızın ardından boş su bardaklarından tatsız bir aşkı yudumlardık. Sonra rakılar dibini bulurdu, yargım biterdi, biz yatağa girerdik. Aramıza parmaklıkları çeker, beni dışarıda bırakır, bani içeri hapsederdin.
Bu aşkın sarhoş kişileriydik biz. Sarhoşluk ne yakışırdı aramızdaki anlamsız boşluklara. Promili yüksek bir ilişkide şeritlerinden çıkararak arabalarımızı, dolu dizgin gidiyorduk. Bir gün bir yerlerde çarpışan arabalar olmaktı niyetimiz. Momentimizi ayarlayamayıp çarpışmalıydık. Birbirine kaynaşmalıydı yoldan çıkardığımız aşk.
Karanlığına alıştığımız bu ikili yaşamın güneşi hiç olmadı mı diye çok düşündüm. Oldu aslında. Geceleri uykunda geceden kara saçlarıma değerdi dudakların. Uykuda gelen aşkından nefret ettim hep. İşte o zaman gardrobun ikinci çekmecesine uzanırdım. Lanet olsun  yataktan hep çok uzaktı o dolap.
Bir gün konuştuk, bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Artık sular köprünün üstünden aşmaya başlamıştı. Biz su seviyesinin altında kaldık, bu aşk ortalamanın altında kaldı. Hiçbir çan eğrisi kurtaramazdı artık…


bu yazının dinlengeci: bat for lashes- what's a girl to do http://fizy.com/#s/1lx4kt

cehennemden mektup


Beyaz taşların gölgelerinin siyah olamayacağını düşünecek kadar saftık oysa. Camın önündeki baykuş üç kez ötmese anlamayacaktık bunu üstelik. Sayı tamamdı ve tanrının bize tanıdığı haklar bitmişti. Kar tanelerinin sayısını aklımızda tutacak kadar iyi değildi hafızamız, hoş kar tanelerini saymaya yetecek kadar rakamımız da yoktu zaten. Her şey belli bir sayıdan sonra çok oluyordu belli bir sayıdan önce ise yok. Hiçlik sahip olduğumuz tek şeydi. Nihilizmden haberimiz bile yoktu halbuki; Nietzsche ya yıllar önce ölmüştü ya da henüz doğmamıştı. Bunu tüm gece düşünmüş ama hatırlayamamıştık.

Deli ne demek diye sormuştun bana. ‘’İşte şu masa’’ demiştim. ‘’Yıllardır koyduğum yerde hiç kımıldamadan duran masa, o deli’’ dedim. Sonra ikimiz de dalıp gittik, acaba hiç kımıldamasak biz de delirir miydik?

Saat çok olmuştu. Dedim ya bir yerden sonra her şey çok oluyordu. Ben sevdiğimiz bir film üzerine konuşmak istemiştim –şimdi fark ettim adını hatırlamama yetecek kadar çok sevmiyormuşum- Sense portakal suyu üzerine konuşmak istiyordun. Sonra bir an vazgeçtin. ‘’Acaba nasıl bir ölüm beni havalı yapar?’’ demiştin. O gece tüm havalı ölüm yollarını düşünmüş ama en sonunda çürümenin gerçekleşeceği hiçbir şeyin havalı olamayacağına karar vermiştik.

Belki Amsterdam’da ölmek olabilirdi, kendini en favori harfin olmasa da sadece çarmıha benzediği için ‘’t’’ harfine gererek bir modern zaman filozofu gibi öldürmek havalı olabilirdi.

Yine de ben olsam ‘’s’’ harfini seçerdim.


fotoğrafın sahibi sayın tunalızade gürkan efendiye saygılarımla. www.kalemsuare.com




inanılası yalanlar



Kuzgun ayın karanlık görüntüsü, fonda bilmem hangi zamanda çekilmiş bir filmin müziği, sonra önümden geçen simsiyah bir araba camları daha siyah, içindekiler korkak büyük ihtimal. Bir kalp atışı sonra, bedenden atılan kalplerden gelen. Atma sırası kalpten bedene geçince tanrılar sığınacak yalanlar bulmak için ceplerini karıştırıyorlar. Oysa tanrıların yalanı biziz. Yalana pusu kumuş kemik ve kan oluşturur bizi. O yüzden nefes alınan her dakika yalan söyler tortulu ruhlarımız. Ne kadar çok akıtırsak o kadar temizleniriz sanırız. İnsanız, aptalız.

Açık arttırmaya çıkarılmış yalan makineleri, ayyuka çıkarılmış zaman makineleri, bir de kirlerimizden kurtulmak için icat edilmiş çamaşır makineleri, hepsi birden hiçi tamamlamak için oluşturulmuş yap-boz parçaları. Tanrının en sevdiği televizyon kanalıyız. Kumanda uzaktan. Çok kanalımız kapatılmıştır söylemek isterken doğruyu. Sonuçta biz tanrının yalanıyız.

Aya ayak basıldığına inanırız, marsta hayat olduğuna, her şeyin düzeleceğine, dilin kemiği olmadığına, aşk diye bir şeyin var olduğuna, herkesin bizi sevdiğine.yalana, yalan olan, yanlış olan, yok olan her şeye inanırız, insanız. Kendimize inanmak istememizdendir her yalana bağlanma arzumuz. İnsanız,inanırız, biz en büyük yanlışı kendimize inanarak yaparız.

Tanrının sözleriyiz. Dünyanın yaratıldığı gün dilden dökülenleriz biz. Yeryüzüne gönderilen bedensel yalanlarız. Tanrılar bu dünyaya daha en başından yalan söyledi.