yanlış görünen



Parmaklarımın altında can çekişen bir piyano,
Piyanonun üzerinde varlığından utanarak salınan
Hastalıklı ruhların birer silik kopyası.
Bu öykü mumlarla aydınlatılmalı.
Fazla ışık ruhlarımız için körlük sebebi.
Gördüğünü görmezden gelmeye hevesli bir çılgın için
Körlüğün bir hediye olduğunu söylemeye yüzümüz yok şimdilik.
Susmakla konuşmak arasındaki boşluğu atlayamadan
Ayaklarımızı buz kesecek kış.
Bu hikaye mumlarla ısıtılmalı.
Belki bu kez öyle çok ağlarız ki birlikte kayboluruz.
Yalnızca gözlerim kapalıyken görebildiğim gerçekler var şimdi
Tadına varılmış sessiz hıçkırık uzunluğunda tüm yollar.
Her maktulle birlikte biraz ölemedikten sonra
Katil olmak kimin işine yarar ki?
Tekerleğin her dönüşünde biraz daha uzaklaştığın varış istasyonu
Ve eğer mutluysan kim yanlış yöne gittiğini söyleyebilir ki?
Kibritle oynamak çocuklara yasaktır
Tüm yangınları yetişkinler çıkarsa da.
Ve esaslı bir yangın istiyorsan eğer önce itfaiyeleri yakmalısın…

tanıdık bir hikaye

                                                                       
                                                                       taken by artemis


Kahramana ihtiyaç duyulmayan bir hikaye bu evlat. Belki kelimeler bile lüzumsuz. Rüya gibi; koku yok, görüntüler karmaşık, çoğunlukla sessiz. Zaman; anlamını bilmediğimiz bir kelime şimdi. Uyku ile uyanıklık arasında bir yerde başlar hikaye, bilinçli bir ölüm anında yani, bilince mi yoksa ölüme mi daha yakın olduğumu kestirmek inan çok güç.  Gülmekle ağlamak arasında bir farkın olmadığı bir hikaye… her şey can yakan bir komedi aslında. Kaybolmak ulaşmanın asıl amacı, labirentler kurtuluştur unutma.

Renkler deliliğin göbek adı ve eğer merak ediyorsan mavinin sekiz farklı tonu var burada. Ne gördüğünü kabullenebilmek mümkün ne de inkar edebilmek. Aklının etrafına mı yoksa kendine mi oyun oynadığını bulabilirsen yok olursun. Parlayanın güneş değil cehennem olduğunu sana kimse söylemeyecek, gerçekleri sana hiçbir zaman söylemeyecekler o yüzden sırlardan korkma. Gizem senin olan tek şeydir, gerçekler aptallar içindir evlat işte sana söyleyebileceğim tek gerçek.

Paranoya dediğin sembolizmin ikiz kardeşi ve her birimiz bir aynanın paranoyasının eseriyiz. Suret denilen aklın huzmeleri aslında ve ben her sabah aynaya baktığımda başka bir suretin köleliğine sunuyorum kendimi. Su dediğin ateşin değil balıkların azrailidir. Ne için ya da ne ile yaşarsan ölümün onun yüzünden olur. İşte bu yüzden ölüm alabildiğine güzeldir, sırf bu yüzden seni alıp götürebilen tek şeydir.

Renkler üzerime geldikçe sırayı kaçırıyorum, fonda çalan şarkı sürekli takılıp duruyor ve ilaçları hangi sırayla içtiğimin bir önemi yok artık ya da kabloları hangi sırayla kestiğimin, önce uyumak mı gerekir yoksa uyanmak mı hiçbir anlamı yok.

Yasaklı olan meyveler değil eylemlerdir ve aslında yasak olan tek şey yasakları delmektir. Bu hikayenin içinde Havva’yla Adem’in işi yok evlat. Günah denilen şey kurgusal olarak korktuğumuz bir sistem sanki, ağrılarını tam da beynine taşıyan bir dolaşım sistemi. Bir melodi ruhunu ne kadar dolaşırsa çözülmenin o kadar kolaylaştığı bir devinim içinde Chopin’le Saturnus’ü birbirinden ayırmak için gereken tüm notalar kayıp.

Bilinçli bir ölüm bu yaşadığım, tüm o kendini kaybettiği zamanlardaki Poe kadar kendimde miyim söyle bana. Tüm bu kaçırdıklarımın benim seçimim olduğunu söyle, aklımı kaçırmayı kendimin seçtiğini söyle hadi. Sana susman için anlatmadım tüm bunları ya da deneyim olsun ,sana yol göstersin diye değil. Deneyim denilen korkaklara bir hediye olarak verilen özgüvendir sadece.

Bir insanın hatırladığı ilk şey sıcak bir karanlıktır ve son hatırlayacağı. Haydi evlat daha sıcak olmadan karanlığımı getirecek cevapları ver  bana. Bu artık senin hikayen, karanlık bir sonrakinde senin için gelene kadar.  

sesi kıstım ve geri döndüm




Karanlık bir varoluş bizimkisi, kendimizden çok gölgemiz varmış gibi. Saatler önce bir koltuğun iki ucunu tutarken bedenlerimiz, yağdırdığımız sessiz lanetleri duymamak için gidip en sevmediğim şarkıyı bir kez daha çalmıştın. Alfabesine çok yabancı olduğumuz bir dilde beni seviş biçimindi bu. Ve ben şarkıyı dikkatle dinledim.

Birazdan sen bağırmaya ben ağlamaya başlayacaktık. Aramızda sessiz bir anlaşmaydı bu. Birbirimize aşık olduğumuz halimiz, olduklarımızdan çok olabildiklerimizi sevmek belki. Ben senin kadar sessiz bir adamın kızgınlığını, sen benim kadar hırçın bir kadının hıçkırıklarını garipsemeden. Belki de birbirimizi şaşırtabilme lüksü, görünenden farklı olabildiğimizi fark edip korkuyla sarılmak belki ya da sınırları lanetlemek, benim hırçınlığımla senin kırılganlığının iç içe geçmesi, birbirine doğmak, paradokslarımıza dolanmak, içimizdeki melek ve şeytana aynı anda tapabilmek. Görünen yüzümüzün maske olmadığını bilmek biraz da, yüzümüze doğru kaymış birer ağırlık merkezi olduğunu bilmek.

Sonrasında gelen bir sevişme isteği, meleklerle şeytanların bedenlerimizin içinde ve dışında bir araya gelmesi, tanrının bir damla gözyaşı döktüğü o an. Tanrıyı sevdiğimiz o tek zaman dilimi bile onun farklı yüzünü gördüğümüz andır.

Saatler önce bir koltuğun iki ucunu tutarken bedenlerimiz,  birazcık  yağmur sesi duyabilmek için ruhumuzu satabilirdik. İçimdeki şeytanların en romantik olduğu anda okuduğum kitaplar gelirdi aklıma, yağmur kokusuna- toprak kokusuna dair. Romantik bir bakterinin işiymiş, adı aklımda; ama söylemek yersiz bir ayrıntı sadece. Sana anlattığım o ilk seferde saatlerce gülmüştün, bense toprak kokusuna sebep olan ben olmak istemiş ve ağlamıştım. Delilik bana öylesine yakışırdı ki bana o gece bir kez daha aşık oluşun bundandı.

Başucumda boş bir kutuyla beni bulduğun gece intiharımın zayıflık değil bir güç gösterisi olduğunu sen biliyordun. Tüm bu insanların neden acıyı dindirecek gücü kendilerinde bulamadıklarını hiçbir zaman anlamamıştım. Saatler önce bir koltuğun iki ucunu tutarken bedenlerimiz en sevmediğim şarkıyı bir kez daha çalmıştın. Çünkü bu benim en sevdiğim kabusumdu ve ne zaman bu şarkıyı dinlesem bir daha cesaret edemedim ölmeye. İşte bu yüzden sesiz lanetler yağdırırken biz en sevmediğim şarkıyı bir kez daha çaldın ve ben dikkatle dinledim.

sanrısal tutunuşlar






Zamanın ipini kaçırmıştım yine,aslında zaman diye bir şey yoktu. Olsa olsa zamansızlık var olabilirdi. Her şeyin tezatıyla var olduğunu söyleyen kitapların yalanlarıyla büyümüştük.

Zamansızlığımı gömdüğüm bu barın lanet olası taburelerine benim dışımda müptela olan tek şey tahta kurtlarıydı. Ve sarhoşken bu yüksek taburelerden inmek hep intihar gibi gelmiştir. Unutacak kadar içebilmek ama yine de evi bulabilmek için oturduğum her masadan kalkışımda unutabilmek için az, evin yolunu bulabilmek için çok geliyordu içtiklerim. Ayılmakla ölmek arasındaki farkı hiçbir zaman anlayamadım. Eğer şanslıysam ve o gece inebilmişsem tabureden yola çıkıp arabaların farlarına doğru yürürdüm. Beni unutamazlardı artık, bir korkuyla kanlarına karışmıştım, ölümü benden daha çok hissetmişlerdi, cehennemi gördüklerine iddiaya bile girebilirim. Ve sanırım şu an burada gülmeliyim. İçinde yaşadığı cehennemi fark etmeden tanrılara ve onların cehennemlerine inananlara gülmeliyim.

Tüm hayatımı rüzgarlı havada bir mumu söndürmemek için uğraşarak geçirdiğimi düşünüyorum da, kim uyanıkken kabus görmek ister ki? Bu sadece bir film sahnesinde çekici ve sanatsal durabilir ve sadece 12 dakika katlanılabilir evlat inan bana.

Okuduğum kitapların tümünü üst üste koyup kendimi boşluğa bırakmak istiyorum. Acaba ne kadar yüksekten düşerse ölür insan? Kaç kitap öldürebilir beni? Daha kaç tane okumalıyım bunun için? Şehrin tam kalbine bırakmalıyım kendimi şehirler de insanlar gibi içlerinden geçip gittiğimi görmemeli. Ya da tüm günahları üst üste sıralamak ve uyumak, en sevilen günah en üstte… ‘’ Oysa kolay bir sanat değildir uyku:gün boyunca uyanık kalmak gerekir uğruna.’’ Nietzsche çek git beynimden. Tüm uykusuzluğum senin yüzünden ve en çok seni unutmak için içiyorum ben.